Günaha Çağrı

tumblr_nfcvu5ZCh41twntc0o1_1280

Son, kilit noktası, varış noktası… Her şey bitmeye mahkûm, her şey bitmek üzere. Olanlar olduktan sonra her şeyi daha net hatırlıyor insan. Zaten insan dediğimiz mahlûk, unutmamakla cezalandırılmış lanetli varlıklardır. İlk günah olan itaatsizlikten başlayıp, rezil günah öldürmekle devam eden hatalarını unutmamak üzere programlanmıştır. Eğer unutursa insanın gen havuzunda çok büyük kırılmalar yaşanır. İnsan varoluşu, böyle büyük bir dönüşüme henüz hazır değil maalesef…

Günün en güzel iki vakti vardır: Güneş doğmadan önceki beş dakika ve güneş battıktan sonraki beş dakika. Vakit, güneş battıktan sonrayı iki geçiyor. Saniyeler önce elimdeki lanetli aletten çıkan yağlı bir kütle havayı beşbin parçaya bölüp, Zenon Paradoksu’nu hiçe sayarak rezil günahı tekrarlamama sebep oldu. Kırmızı şarabın A4 kağıdın üzerine yayılması gibi az önce göğsünden milyonlarca gelincik gibi patlayarak çıkan kanı, bembeyaz gömleğini farklı bir kızıllığa boyuyordu. Ufak bir tebessüm zuhur etti içime, ruhuna El-Fatihâ!

“N’aptın lan! Lan! Hani vurmayacaktın?”

“Sinirimi bozdu pezevenk!”

Sinirim bozulmamıştı aslında. İhanet etmişti yalnızca. İlk günah nedir? Elmayı ağaçtan alıp yemek. Yani? İhanet! Bu ölmesi için yeterli bir sebep miydi? Sanmıyorum. Ölmesini gerektiren bir durum yoktu. Günahını, başka bir günahla temizlememe bile gerek yoktu. Pişman mıyım? Hayır, soğuk kanlıyım. Kafamda kurduğumdan daha çabuk gerçekleşti aslında. Daha dramatik olur diye düşünmüştüm. Biraz can çekişir, af diler, kurtarılma talep ederdi. Ben de aramızda duran ufak kasımpatıya basıp, diz çöker, yüzüne eğilip fısıldardım: “Hayır…” Sonra, BAM! Beyniniz artık milyonlarca parçaya ayrıldı, güle güle kullanabilirsiniz. İroni yaptım yer misin? Böyle olmadı, af bile dilemedi. Silahı görünce ağzını bile açamadı. Don Corleone soğukluğuyla tetiği asıldım… Olaylar gelişti.

“Bize ihanet etmişti, unutma.”

“Siktir git Mehmet, psikopatsın sen! Ne ihanet lan!”

“Hayır, Mithat. Soğukkanlıyım. Sen de biraz soğukkanlı olmalısın. Neyse, hadi gömelim şunu. Bir sürü işimiz var.”

İlk kazmayı günahsız olanımız vurduğunda saat güneşi battıktan sonrayı beş geçiyordu…

***

Her şeyin nasıl başladığı ile ilgili farklı görüşlerimiz var. Arkadaşım Mithat’a göre olay benim çocukluğumda gizli. Bence suç Remus ve Romulus’ta. Aslında Remus’un bir suçu yoktu. Kimi kaynaklar, Remus’un Habil reenkarnesi olduğunu söyler. Katılmıyorum, Remus çok orijinal bir insandı. “Yeditepeli şehrimde/Bıraktım gonca gülümü.” Dizeleri eski Roma yazıtlarında Remus imzasıyla bulunmuştu. Bu kadar romantizm tarihçilere fazla gelmiş olacak ki, ufak bir katakulli ve kaçakçıların yardımıyla bu yazıtı yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ne taş olarak sattılar. Derler ki -ve görülür ki- bu yazıt, Bursa Cezaevi’nin inşaatında kullanılmış. Usta, hücre duvarında görmüş. Güzel hikâyedir, tarih kitapları yazmaz bunu. Olay sadece burada bitmiyor tabii ki. Romulus’un Remus’u öldürmesi, yalnızca bir sonraki yüzyılda olacak olayların tetikleyicisi oldu. Julius Gaius Caesar mesela, Romulus’un soyundan gelmektedir. Daha gerisi de var ancak, bu ileriye doğru giden bir hikâye. O yüzden yalnızca ilerisini yazacağım. Caesar, kaderinde yönetmek olan bir insandı. Öyle de oldu; ama hesaba katmadığı bir şey vardı. Remus’un soyundan gelenler yıllar yılı bu kan davasını ortaya çıkartmak için bekliyorlardı. Ve bekledikleri an geldiğinde… Olayların nasıl geliştiğini biliyorsunuz. Bu, tarih sahnesinde ve benim hayatımda önemli bir olaydır. Bu olaydan sonra, Caesar’a bıçak takanlardan bir tanesi, yaşantısına artık Roma’dan uzakta devam etmek ister ve o zamanlar bir Roma vilayeti olan Anadolu’ya geçer. Bugün, Kastamonu olarak adlandırdığımız bölgeye yerleşir. Bendeniz, işte o adamın soyunun devamcısıyım.

***

İhanet edeni öldürmeden önce olanları anlatmalıyım size. Yaşananlar biraz daha netleşmeli kafanızda. Basit bir kafede garsonluk yapmaktayım. Yıllardır yatak niyetine kullandığım bir kanepem var. Mithat ise ev arkadaşım. Sabaha kadar içtiğimiz bir gecenin sonunda, güneş doğduktan üç geçe Mithat hayat akışımı farklı bir yöne çekecek şu cümleleri kurdu:

“Hayat akışına sıçayım senin…”

Çok afili bir cümle bekliyordunuz değil mi? Maalesef gerçek hayat afili cümleleri yerinde kullanmamıza izin vermez. Bunu neden söyledi hâlâ bilmiyorum; ama soygun fikri aklıma bu cümlesinden sonra geldi. Olay basitti: Yeri çok önceden mimlemiştik, bir kuyumcu. Güvenlik kameralarını takanları tanıyorduk, o yüzden bize nasıl geçici bir süre etkisiz hâle getirebileceğimizi anlatmışlardı bir sarhoşluk anlarında. Mesele çırağı ayartmaktı ve bu zorlu görevi bendenizin halletmesi gerekiyordu. Bir gün iş çıkışı yakasından yakalayıp ara sokağa çektim çırağı. Belimden çıkardığım makineyi görünce ağlamaya başladı. Susturup, eğer bize yardım ederse onu vurmayacağımı söyledim. Her şey hazırdı. Doğru olanla, gerçek olan farklı şeylerdir. Doğru, benim size gösterdiğim kadardır. Ben size bir yalan söyleyeceğim, siz de ona inanacaksınız. Yoksa bu hikâye ilerlemez. Dediğim gibi, her şey hazırdı ve hemen harekete geçmeliydik. Arabayı kullanan Mithat, biraz tedirgin duruyordu. Sakinleştirmek istemedim, tedirginlik iyidir, dinç tutar insanı. Araba, kuyumcunun önüne yanaşınca arabadan indim. Kendimden emin adımlarım, bana güven veren tabancam ve aptal cesaretimle dükkânın hafif aralık kapısından içeri girmemle kafamın üstünden uçuşan saçmalar duvara saplandı. Her şey çok ani gelişti, kendimi arabaya nasıl attım, çırak arabaya nasıl girdi, Mithat neden arabayı tüfekli adamın üstüne sürdü hâlâ bilmiyorum. Adam yaralı, ortada bırakamayacağımız kadar bok bir yerdeyiz. Bir şekilde, paket edip bagaja fırlattık. Elim seğirmekte, çırak ağlıyor, Mithat durmadan küfür ediyor… Yaşanan karmaşanın heyecanından omzuma saplanan saçmanın farkında değildim. Acısı yarın sabah çıkacaktı. Mithat’a seslendim:

“Polonezköy’e sür.”

“Pezevengi gördün değil mi? Pompalı tüfek sıktı! Lan çırak, bittin sen bittin!”

“Üstüne varma çocuğun, öğreneceğiz işin aslını.”

Issızlığın içinde birkaç köpek havlaması ve ayaz dışında hiçbir ses yok. Ayaz, nefes alışverişimizi dizginliyor. Aldığım nefes, ciğerimin içinde donuyor sanki. Birkaç akasya ağacı hatırlıyorum, tüfekli herifi ağaca yasladık. Belimden canavarı çıkarıp, ıskalamamın mümkün olmayacağı bir yakınlıkla kafasına doğrulttum:

“Kimsin lan sen?”

“Soymaya çalıştığın dükkânın ve şu piç kurusunun patronuyum!”

“Yuh…”

Evet, şimdi her şey yerine oturdu değil mi? Çırağı neden vurduğumu anladınız. Gitti, patronuna öttü, patron da bizi bekliyordu, paket olduk. Bu ihanetinden dolayı çocuğu vurdum. Patronu da vuracağım, hiçbir şahit bırakmadan önümdeki işlere bakacağım… Gerçekten bu kadar saf olamazsınız değil mi? Size bir tarih hikâyesi daha anlatmanın tam zamanı sanırım. Size Remus’un soyundan gelip, Kastamonu’ya yerleşen büyük dedemden bahsetmiştim hatırlarsanız. Yerleştiğinin birinci haftasında yöre halkı tarafından göz hapsine alınmış. Her hareketini izleyip, akşam olunca o gün yaptıklarını istişare ederlermiş. Fakat dikkate almadıkları bir konu varmış; büyük büyük büyük dedem, bu göz hapsinden ve konuşmalardan haberdarmış. Bu yüzden olayları kendi bakış açısına göre şekillendirmeye başlamış. Bu sırada Roma çalkalanıyor tabii, koskoca imparatoru, koğuşta şişler gibi şişlediler.  Özellikle Roma’dan uzak vilayetlerde sıkıyönetim ilân edilmiş.  Sıkıyönetim dediysem, öyle postallı tanklı falan değil. Çok ucuz bir espri oldu farkındayım; ama hayatta bazen ucuz espriler de gerekliliğini kafamıza vuruyor. Nerede kalmıştık? Büyük büyük büyük dedem, bu göz hapislerini manipüle etmeye başlamış artık. Sürekli onların konuşabileceği türden hareketler yapmaya ve katılmadan, içeriden kimseyi satın almadan konuşmaları manipüle etmeye başlamış. Bir süre sonra, büyük büyük büyük dedem, bir gece vakti evinde otururken bu “konsey” konuşmak istemiş. Konuşmanın seyri hakkında pek bir fikrim yok; ama bir yerde birinin dedeme sinirlenip, onun üzerine yürüdüğü ve dedemin herif daha ayağa kalkmadan onu yere tek yumrukta serdiği tarihsel kaynaklardan mevcut. Vakti olan Kastamonu Müzesi’ni gezsin, orada yazılı kaynaklar var. Konuşmanın sonunda büyük büyük büyük dedem etrafına topladığı yeni müritler ile vilâyet çevresinde kontrolü eline almış. Ancak büyük bir sorun varmış ortada: Gurur. Yumruğu yeyip oturan zat, dedeme öyle bir bilenmiş ki, yaptıklarını ortaya çıkarmak için dedeme ihanet etmeye kalkışmış. Başarısız kalkışma sonrası, dedem bu sefer yumruğunu değil, belinde sallanan baba yadigârı hançerini hayatında ikinci kez kullanmak zorunda kalmış. İhanetin bedelini ödetmek, bizde aile mirası hâline işte o zaman gelmiş.

Olanları size sıkıcı bir şekilde anlatmak istemiyorum. Evet, patronu ağaca bağlıyken vurdum. Evet, sonrasında çırağa dönüp iki kurşunla günahlarımı katladım. Evet, kanı kan ile yumaya çalıştım. Bundan dolayı pişmanlık duyacaksam bu ölüm döşeğinde olur. Çünkü kimse günahlarını hayattayken temizlemeye çalışmıyor. Bunu biliyorum kimse kendini kandırmasın. Beni kandıramazsınız. Bir rahibe vardı, adını şu an hatırlayamıyorum, şöyle bir şey söylemişti: “Bir bakirenin günahını, bir bakire günahsızlığıyla temizlemiş.” Buna benzer bir şeydi. İlk günah, yani itaatsizlik, ilk bakire Havva… Onun günahını, Meryem günahsızlığıyla İsa’yı doğurarak temizledi anlamına geliyor. Ben bir günahkârım. Benim günahlarımı kim temizleyecek?

Çırağı da gömdükten sonra hava iyice kararmıştı. Arabanın farından süzülen sarı ışık Mithat’ın suratındaki tüm korku ve şaşkınlığı bana gösteriyordu. Bir projeksiyon cihazından çıkan kör edici ışık gibi, fısıldıyor bana “Bak,” diyor “onun suratına bak bu senin eserin.” Mithat, artık soğukkanlı:

“Mehmet, buraya gel.”

Geliyorum. Mithat sakince elindeki küreği, savuracak gibi yapıyor. Momentum kazanan kürek, bir süre yere paralel gittikten sonra suratıma kavuşuyor. Kendimden geçiyorum, bir daha kendime gelemeyeceğim. Son düşünceleri Remus’un da, büyük büyük büyük dedemin de, benim de hava hâlâ aydınlıkken ölmek istediğimiz, saman kâğıdına düşen keskin kenarlı harflerin düşüşü gibi düşüyor. Mithat, yanımda duran çiçeği fark etmeden üstüne basıp geçiyor. Günahlarımdan arınmış bir şekilde, büyük büyük büyük dedemin elinden öpüyorum.

2017 – Anamur

Posted in yazılama | Leave a comment

Kuyunun Dibi

Dipsiz bir kuyunun dibinde üç kişiyiz, üçümüz de kurtulmak istiyoruz. Bu konuda hem fikiriz. Kuyuya düşme sebeplerimiz ayrı sadece. Biz bu kuyuya düşmeyi hak etmedik… Biz çok iyi değiliz, bize bu kuyu bile haram, biz var ya biz, ah anlatsak size bizi. Bizi anlatmaya başlamak için önce birbirimize anlatmamız lazım bizi. Biz de bizi anlattık sizin için.

Birincisi, eski bir camcı. Zamanında bir kadına vurulmuş, anlatıyor:

“Çiftehavuzlar’da camcılık yapıyordum. Bir gün bizim sokaktan bir ay parçası geçti. Nasıl anlatayım sana, saçları simsiyah çok bakarsan etraf kararır, korkarsın bakmaya. Gözleri dipsiz birer kuyu, arada bir parlar; ama uçsuz bucaksız bir kuyu, kendini kaybedersin içinde. Adımını her atışında kalbimin her telinin zangır zangır titrediğini bilirim. İçim giderdi, hele bir gün bana bir baktı ki, öyle bir bakmak yoktur âlem-i erbahta. Ne zaman aklıma gelse, iki nefeste bitiririm içtiğim sigarayı. Neyse, bir gün kendimi cesaretlendirip karşısına dikildim. Afalladı tabii beni karşısında dimdik, sopa yutmuş gibi görünce. Bir şey de diyemedim. Boş boş baktım suratına. Ufak bir ‘Iıh’ sesi çıkınca benden, öyle bir tokat aşk etti ki, tüm organlarım hep bir ağızdan bağırdı ‘Vur laan! Bir daha vur yaradan Allah aşkına!’ diye. Kalakaldım öylece, Üsküdar’da ağabeyim var yanına gittim akşam. Sofra kurduk, bir iki üç derken dubleler, kalktım ayağa bir ‘Heeeeeeeyt!’ çektim ki, o an eminim Çiftehavuzlar’a kadar gitmiştir sesim. Bardağı aldığım gibi cama savurdum. Cam tuzla buz, kader demeye dilim varmıyor; ama kadere bak aşağıdan mahallenin Hacı Dede’si geçiyormuş… Mahalleli apar topar, biz sarhoşlar ağır aksak hastanenin yolunu tuttuk. Dede gidici, fena girmiş cam. Abim ‘Uza lan hemen uza uza!’ diyerek beni taksiye doğru sürükledi. Ne olduğunu anlamadan kendimi Beykoz’da buldum. Bir süre oralarda tanıdıklarda saklandım. Ama ortalık yatışmadı, Hacı Dede sizlere ömür, çekti cavlağı. Sonradan duydum mahallede arkamdan laf ediyorlarmış ‘Din düşmanıymış bu, Hacı’yı özellikle seçmiş, solcuymuş.’ diye. Sinirlendim, mahalleye gittim. Bir kere elimiz değdi al kana, durur mu bu saatten sonra? Bağırdım gene ‘Heeeeeeeeyt!’ diye mahallenin ortasında. Kafamı bir çevirdim ki ne göreyim, ay parçası bana bakıyor şaşkın şaşkın. Yıllarca ecelim olacak elleri, bir sünepenin ellerinde. Sakince gittim bu sefer yanına ‘Ulan şu sünepe yüzünden mi bana tokat attın be?’ diyebildim. İkinci tokadı da o zaman nakış gibi işledi sağ yanağıma. Dükkâna koştum, eğik duran camlara bir tekme savurdum. Kırıklardan birini elime aldığım gibi gerisin geri koşup, sünepenin boğazına sapladım elimdeki cam parçasını. Bembeyaz gözlerinden öyle bir yaş süzüldü ki ay parçasının, anlatamam. Heykel gibiydi, duruyordu, ama ağlıyordu. Hiçbir şey yapamadı, hiçbir şey yapamadım. Polisler gelip beni alana kadar hiçbir şey yapmadan öylece yerde cansız yatan sünepeye baktık durduk. Buraya gelince, dedikodulardan solcuların yanına koydular beni. İlk geldiğimde hayatımda hiç duymadığım bir adamın adını sordular. Dedim ‘Ben sadece Alman Mark’ını bilirim başka Mark yok bende.’ Giriş dayağını böylece attılar. Sonradan sonraya öğrettiler ama hepsini, sağ olsunlar. Az kaldı çıkmama, Çıkınca bizim solcu gençlere bakınacağım mahallede. Gelsinler her ay aidat vereceğim, iyi bir şey uğruna çalışıyorlar kardeş. Dükkânıma afiş de astırırım gerekirse. Mahallede de yardımcı olurum. Düşünsene koskoca bir dünya sadece insan olacak, Türk Kürt diye ayrılmayacak insanlar. Sınırlar olmayacak, herkes eşit yaşayacak aç kalmayacak kimse. Savaş olmayacak, kan akmayacak. Ürettiğin kadar kazanacaksın. Herkes üretecek ama. Ben eskiden çalışanla çalışmayan aynı maaşı alacak sanıp kızardım bu solculara. Öyle değilmiş, çalışacaksın hakkını alacaksın. Hakkından fazla alana yer yokmuş. Haksızlık diye bir şey olmayacakmış. Çıkınca onu arayacağım. Gidip diyeceğim ‘Özür dilerim, gençtim, salaktım, pişmanım, ecelin oldum ya ben senin, ellerin de benim ecelim oldu.’ diyeceğim…”

Birer sigara yakıyoruz kuyunun dibinde. Kuyunun bekçisi sinirleniyor sigara yakmamıza. Biz inadına içiyoruz. O kızdıkça daha bir hırsla çekiyoruz nefesi. Sanki ona nispet yapar gibi içiyoruz. O içemiyor ya, kızgınlığı ondan. Yoksa sigara içen biri sigara içen birine neden kızsın?

İkincisi, âlemin bitirimlerinden… Onunki biraz daha farklı bir hikâye:

“Mahallemizde bir abi vardı, kıyak bir abiydi. Hırsızdı, ustamdı, bana bildiklerimi o öğretti; ama bunu iş hâline getirmiş biri değildi, ihtiyacından çalardı, raconu böyleydi. Hem daha sonra yerine ne çaldıysa misliyle koyacak kıvama geldi, baya janti oldu. Koydu da inanır mısın? İnsanoğlu böyle işte… Kimisi çok çabuk unutur yaptıklarını, kimisi de yıllarca boynunda tasma misali taşır yaşadıklarını. Ustamla biz boynumuzda taşıdık her şeyimizi. Yaftalarımızı da, sevdalarımızı da, acılarımızı da… Ustamın bana ilk öğrettiği şey buydu. ‘Yaptıklarını unutmayacaksın. Unutursan, tekrar yapmaya kalkarsın. Tekrar yapmaya kalkarsan yakalanırsın. Aynı şeyi iki kez çalmayacaksın. İnsan kalbini de iki kez çalmayacaksın.’ demişti. O an anlattığında pek bir şey anlamamıştım; ama insan yaşayarak öğreniyordu o zamanlar. Şimdi öyle mi? Her şeyi öğreniyor insanlar. Adama bir bakıyorsun aynı zamanda hem terzi hem marangoz hem demirci. Bizim zamanımızda öyle değildi işte. Bakkalın işini bakkaldan iyi kimse bilemezdi. Neyse dağıtmayayım. Beraber çok iş yaptık ustamla, âlemlerde ismimizden söz ettirir olduk. Özel sipariş aldığımız da olurdu; ama kabul etmezdik. Bir gün ustam bana ilk defa tek başıma iş yapma imkânı verdi. ‘Ustam hava soğudu, sırtıma ceket, ayağıma bir çift pabuç lazım, yardım et.’ dedim. Demez olaydım, tekmelemeye kalktı beni. ‘Ulan ben sana hiçbir şey öğretemedim mi lan! Gidip kendin çalacaksın, bu senin ilk işin olsun!” dedi. Evi mimledik, gözledik, ev uykuya dalınca girecektim. Bismillah çekip, su borusundan tırmandım ikinci kat balkonuna. Az kalsın balkondaki çiçekleri ezecektim. Ezseydim kendimi ikinci kattan atardım biliyor musun? Öyle severim çiçekleri. Ustam bir gün ‘Oğlum bir gün eğer, bir kadına çiçek vermek gelirse içinden, saksıda, canlı çiçek ver. Çünkü dalından koparıp verirsen bu gelip geçici bir heves olur, çiçeklerle beraber hem onun hevesi hem senin hevesin solar. Sonra ben ikinizi de dövmek zorunda kalırım. Anladın mı?’ demişti. O gün bugündür çok değer veririm saksıdaki, belediyenin parklara ektiği çiçeklere. Birisi koparmaya kalkarsa, şu Japon karateci neydi, onun gibi engel olurum koparmasına. ‘Git,’ derim ‘Saksıda al çiçeğini.’ Gider alır o da. Mahalleden bir kız vardı, Nilüfer. Zamanında ona çiçek hediye ettiydim saksıda. Bana anlamaz gözlerle bakmıştı. Ustama anlattığımda ‘Hele bir çiçekleri açsın, o zaman anlar ne demek istediğini, merak etme.’ dediydi. Neyse usulca girdim balkon kapısından içeri. Hiç unutmam o evi, hayatımda gördüğüm en güzel koltuklar o evdeydi. Herhalde on dakika kadar o koltukları izledim, sonra oturdum, keyfini çıkardım. Hatta bir ara televizyonu açıp izlemek bile geçti içimden, ama ustamın saka kuşu gibi ıslığını duyunca vazgeçtim. İşe koyuldum hemen vestiyerden ceketi alacaktım; ama bir sorun vardı. İki tane ceket var. Biri daha yeniydi. Eski olanı kaptım, çıktım evden. Tam balkona giderken önce bir şan sesi geldi, ardından gırtı, sonra cam bardak şan ve gırtıyı bir araya toplayıp kendisi dağıldı. Balkon kapısını açmaya bile fırsatım olmadan camdan aşağıya atladım. Bereket bir erik ağacı vardı, onun dalları beni, ben onun dallarını yaralayarak yeryüzüne kavuştum. Sonra bir şey oldu. Hani yıldırım düştüğünde önce ışık gelir, ardından sesi duyarız ya, sanki havada koca bir yarık açmışlar bıçakla, hava acı çekiyor gibi bir gürültü gelir. İşte hem ışık hem de gürültü aynı anda geldi. Koşuyordum; ama ben koştuğumu zannediyormuşum. Aslında yerimde çakılı kalmışım. Kalbim öyle atıyordu ki, ben hâlâ koşuyorum sanıyordum. Arkamı döndüm yavaşça, ustamı gördüm en son… Sonra bir sıcaklık, sanki sıcak bir duşa girmişim, yavaşça su döküyormuşum gibi üstüme; ama bu su biraz yavaş akıyor. Sanki yapışmış vücuduma ve yapışan yerler alev alev yanmaya başlıyor. Öyle bir şeydi işte olanlar. Ustamın elimdeki ceketi alıp kaçtığını hatırlıyorum en son. Sonrası kolumda kelepçe, hastanede uyandım. Başımda bir armalı bekliyor. Nilüfer geldi ziyaretime, elinde bir saksı, benim ona verdiğim saksı. Başucuma bıraktı, gözlerime baktı, gülümsedi. ‘Çiçek açtı biliyor musun? Çok iyi baktım. Şimdi bakma sırası sende.’ dedi. Anlamadım ilk başta. Başka bir şey demeden çıktı gitti Nilüfer. Sonra armalı da çıktı. O çıkınca saksıyı evirdim çevirdim, kart gördüm bir tane. Ustamdan! ‘Gece tetikte ol’ diyordu. Tetikte bekledim. Ustam, doktorların giydiği önlüklerle girdi odama. Armalıya doğru yaklaşıp kafayı yerleştirdi burnunun köküne. Ustam sayesinde erken taburcu oldum. O gece çaldığım ceketi de getirmişti ustam yanında. Sarıldık birbirimize, ceketi üstüme geçirip, saksımı da yanıma alıp kaçmaya başladık. Ciğerlerimiz ‘Eeeh yetti lan!’ diyene kadar koştuk ustamla. Sözleştik, birbirimizin aksi yönlere kaçacaktık. O kaçtı, ben kaçamadım. Yakaladılar, buraya düştüm. Saksım elimden kaydı düştü beni götürürlerken. Karanlıkta bir siluet gördüm. Koştu geldi aldı saksımı yerden. Sımsıcak koynuna bastırarak kayboldu arka sokaktan. Sonradan öğrendim ki Ustam baya zenginleşmiş, iş sahibi olmuş. Sağ olsun bana da bakar burada. Sigara getirir dışarıdan. Nilüfer’den haber getirir… Saksıyı alan Nilüfer’miş. Nasıl sevindim anlatamam. Az kalsın görüş günü erken bitiyordu benim sevincim yüzünden. Şimdi Nilüfer bakıyormuş çiçeğe. İyi bakar. Hele bir çıkayım da buradan, saksıdaki çiçeği de katık edip öpeceğim Nilüferi… Hele bir çıkayım da… İkisini de alacağım yanıma, gideceğiz bir lokantaya, ne yersek bizim ulan!”

Birer sigara daha öldürüyoruz kuyunun en dibinde. Sıra bana geliyor, ağzımın içine bakıyorlar ne anlatacağım diye. Başlıyorum anlatmaya:

“Ben bir yalancıyım. Yalan söylerim insanlara. Sürekli kandırırım insanları, gidecekleri yönün tam aksi yönüne gitmelerini sağlarım. Mesela bir araba geçer yanımdan, derim ki ‘Abi bence o yoldan gitme, çevirme var herkesi çeviriyorlar kim olduğun önemli değil kesiyorlar cezayı şuradan git.’ derim. Kendimi bildim bileli yalan söylerim. Ama sadece bu anlattıklarım gerçek, buna inanmalısın. Yoksa zaten gerçek olmaz. Doğduğumda başlamış her şey. Dört kardeşiz biz üç tanesi ablam, en küçüğüm yani ben. Bizimkiler hep erkek çocuk istemiş. Doğduğum zaman doktor şaka yapacağım diye, ‘Gene kız oldu Rasim Efendi.’ deyivermiş babama. Densiz herif yüzünden az kalsın kalp krizinden gidiyormuş babam. Neyse ki hastanede olunca çabucak kurtarmışlar ihtiyarı. Böyle başlamış benim yalanlarım. Mahallede bizim bir çete vardı. Soygun, kumar, uyuşturucu ne kadar pis iş varsa hepsi bunlarda vardı. Beni de yanlarına alıp yalan söylememden yararlanırlardı. Mesela soygun anında beni koyarlardı soygunun olacağı yerin dibine. Ben sonra yalancı şahitlik yapardım. Tek tanık ben olunca mecburen benim gösterdiğimi alırlardı içeriye.  Bir gün Beşiktaş’ta bir işe çıktık. Çetenin lideri Hayri Abi yanına çekti beni: “Koçum bak bugünkü iş çok mühim, sana çok rol düşüyor. O yüzden aman dikkat.” dedi. Ama demesine gerek yok, ben zaten işimin piriyim. Her zamanki gibi gelişti olaylar, bizimkiler çıktı ben kaldım. Polis gelince de olanları anlatıp suçu önceden belirlediğimiz kara kuru bir oğlana attım. Hayri Abi’nin yanına gittim, bana payımı verdi “Koçum senden bir isteğim daha var, bugün gittiğimiz dükkânın iki sokak altında Sırma Apartmanı var, 2. kattaki daireye gidip kapıyı açan kadına şu zarfı veriver.” dedi. Benim de işime gelirdi bu, Beşiktaş’tan Taksim’e çıkıp bir şeyler atıştırırdım hatta belki paramla içerdim bile; ama olaylar hiç beklediğim şekilde gelişmedi. Gittim apartmana, bir kadın açtı kapıyı Hayri Abi’nin dediği gibi; ama gözleri ağlamaktan şişmiş, normal bir günde karşılaşsam mermer beyazında olan yanakları kızarmıştı. Vuruldum o an, daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Hani hep derler ya, böyle midemde kelebekler uçuştu diye, benim öyle olmadı. Göğsümde filler tepindi, nefesim kesildi. Ellerim titreyerek uzattım zarfı. Almadı, ısrarla uzattım. Çok abuk bir sahneydi. Kadın ağlıyor, ben kapıda bekliyorum, elimde zarf, kimse hareket etmiyor… Zarfı ayaklarının dibine bırakıp tek solukta deniz kenarına kadar indim. Her yanımdan alev fışkırıyordu, burnumdan çıkan nefesin burnumu yaktığını hissediyordum. Hani hasta olursun da etin daha bir hissettirir kendini, öyle bir şeydi işte. Aldığım, verdiğim nefesi bile çok ince ayrıntılarına kadar hissediyordum. Bir sigara çıkarıp yaktım boğaza karşı. Vapurlar son seferlerini tamamlarken ben diyeyim üç, sen de beş sigara içmişimdir. Artık soğuktan titreme vaziyetine gelene kadar bekledim orada. Sonra attım kendimi bir meyhaneye, Allah ne verdiyse. Sabah yüzümü yalayan bir köpek sayesinde uyandım. Deniz kenarındaki banklarda uyuyakalmışım. Dün geceyi hatırladım, onu hatırladım. Ağzımın içi çamur gibi olmuştu, aldırmadan bir sigara yaktım. O sırada o şişmiş gözleri bir daha gördüm uzaktan. Korktum, böyle bir güzellik karşısında insan daha ne yapar ki? Ben korktum ve kaçtım. Mahalleye girerken Cahit Dayım kolumdan tutup sürükleyip ‘Lan ne işlere bulaştıysan, Hayri ve çetesi efil efil seni arıyor. Çabuk uzaklaş, bir süre gelme mahalleye.’ dedi. Ne olduğumu anlamadan kendimi gene Beşiktaş’ta buldum. Cahit Dayım, bir gün rakı sofrasında kendiyle aynı isme sahip bir şairden dize okumuştu ‘Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan/Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan’ diye o geldi aklıma biliyor musun? Neyse günü orada geçirdim, akşama doğru bankta boğazı seyrederken o geldi yanıma oturdu. Üşüyordu, üşüyordum… Ona doğru bakma cesaretini buldum kendimde. Güldü, yeryüzünde çiçekler açtı. Omzunun üstüne bir kuş kondu, adına andelib derlermiş, öyle güzel. Siyah saçlarının her bir teli bıçak gibi saplandı göğsüme. ‘Gel,’ dedi duyduğum en güzel sese sahip insan. Emre itaat eden asker gibi kalktım, yanında yürüdüm. Eve girdik, ateşle mi oynuyordum buzda mı yürüyordum, ikisinin arasındaki farkı bile kestiremeyecek durumdaydım. Oturduk birlikte, başını omzuma yasladı, gövdem gövdesine can oldu, ‘Gitme, kal burada.’ dedi. Gidemedim. Anlattı, ben dinledim. Suçu üstüne attığım kara kuru çocuk kardeşiymiş. O an lanet ettim kendime. Bir daha yalan söylemeyeceğime yemin ettim. Hayri çok zulmetmiş bizimkine. İstediği gece çat kapı gelir, birlikte olmaya çalışırmış. Bu durumlar devam etsin diye de para gönderirmiş. Hatta arada dövdüğü de olurmuş namussuz. Bir görseniz, dokunmaya kıyamazsınız, serçe gibi bir şey… Hani çok sıksan ölecek, az gevşetsen kaçacak öyle bir kadındı işte. Sabah erkenden çıktım, yanına da not bıraktım ‘Bekleme, belki gelirim.’ diye. Şimdi küfrediyorum kendime ‘Ulan adam akıllı bir veda bile etmedim!’ diye. Neyse, gitmeden Cemal Dayıma da haber verdim, evdeki 14’lüyü getir diye. Getirdi; ama verirken ‘Bak saçma sapan bir iş yapma, gençsin, gençliğine yazık’ dedi. Benim gençliğim zaten yanmıştı O’nu gördüğümde, dayımın haberi bile yoktu. Gittim Hayri’nin yanına, beni görünce ‘Lan puşt! Nerelerdesin sen? Basit bir işe gönderdik dönmedin geri? Nerelerdesin lan sen!’ diyerek salyalar saça saça üzerime geldi. 14’lüyü çıkarıp ilk Hayri’nin sonra geri kalanların midelerine yerleştirdim kurşunları. Sonra paşa paşa giderek en yakın karakola teslim oldum. Şimdi buradayım, mahkemede her şeyi tek tek yalansız anlattım, önceki işleri de, yalanlarımı da. Benim çıkışıma daha çok var; ama ola ki benden önce çıkacak olursanız, bir zarf vereceğim size, adresi biliyorsunuz zaten…”

Son sigaralarımızı da yakıp uyumaya hazırlanıyoruz artık. Gardiyan gelip son kez vuruyor kapıya:

“Lan vallaha cevherinizi sikerim sizin! Yatın zıbarın artık! Bu kuyudan çıkış yok size!”

Posted in yazılama | Leave a comment

Satmayacaktık O Toros’u

Takvimin Aralık’ı gösterdiği bir zaman diliminde kendimi bir arabanın kaputunun üstünde oturmuş bira içerken hatırlıyorum. Beyaz bir Toros’un kaputunun üstünde oturmuş bira içiyordum. Şimdi neden hatırlıyorum diye soruyorum kendime. Hatırlamaya çalıştığım başka bir şeydi. Babam, amcam, babannem ve dedemle beraber köye çilek toplamaya gittiğimiz o Ağustos sonunu hatırlamaya çalışıyordum. Emektar Toros’u yeni yakın satmış, yerine gıcır gıcır kırmızı bir ticari almıştık. Ne zaman memlekete gitsem babama “Satmayacaktık o Toros’u.” derim. Karda zincirsiz giden araba yerine vergisi fazla arabayı ne yapacaktık ki?

Bira içiyorduk, bıkkındık. Zülfü Livaneli yükseliyordu arabanın kaset çalarından. “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar.” Kimse duymuyordu sesimi. Dalgalarla karışık, kırık bira şişeleri diziliyordu boğazıma. Dizilmesi için bir sebep yoktu oysa. Tam hatırlamıyorum, neydi derdim? Okul muydu? Ailevi miydi? Genel geçici bir sıkkınlık mıydı? Hiçbiri değildi bence. Bariz ergen sıkkınlığıydı benimki. Saçlarım kısaydı, kulağımın biri dışarıya doğru dönük yani kepçeydi. Hoş, hâlâ kepçe. Ama ben bunları hatırlamak istemiyordum. Ben saçlarımın kısa, kulağımın kepçe olduğu başka bir zamanı hatırlamak istiyordum. Yaz kuraklığının ortasında, sararmış köy otlarının arasında kızıl birer lamba gibi parlıyordu çilekler. İki tane kasaya atıyor, bir tane yiyordum. Dalından yeni koparılmış, hâlâ nefes alan sulu çileklerin tadı bir hafta gitmemişti boğazımdan. Ama ben bunları hatırlamak yerine üçüncü tombul şişeyi kayalıklarda parçalayışımı hatırlıyorum. Fıstığımız azalmıştı, bir de onu hatırlıyorum.

“Kimse sevmiyor lan bizi.”

“Siktir lan! Kendi adına konuş.”

“Kimse sevmiyor lan beni.”

“Ulan puşt ben sevmiyor muyum, annen, baban, ablan, kardeşin, ailen sevmiyor mu lan seni?”

“Sana bir şey soracağım.”

“Sor hadi.”

“Seni niye kimse dövmüyor lan? Hep böyle konuşuyorsun.”

Katıla katıla gülüyorduk. Garip bir şekilde kasvetli havayı -kahkahalarımız dışında tabii- dağıtan bir şey oldu. Akdeniz’de yaşayan bir çocuğun her seferinde garipsemesine yol açan sulusepken başladı. Ellerimizi havaya kaldırdık dua eder gibi. Filmlerde görürdük; kar yağınca insanlar böyle yapardı, avuçlarına taze kar taneleri dolardı. Bizim için kar, şehirden ya Kaş Yaylası’nda biriken ya da sulusepken olarak inen mucizevi bir şeydi. O yüzden avucumuzda birikir umuduyla devam ediyorduk elimizi yukarıda tutmaya. Fakat ben bunları değil, köy evinin yüz metre aşağısındaki çayın kenarında yaptığımız mangalı hatırlamak istiyordum. Ne garip şeymiş insanı hatırlamak istediği şeyi değil de bir başka şeyi hatırlaması.

Peki ne oldu? Hatırladım ne oldu? Hiçbir şey. O Aralık gecesi eve döndüm, herkes uyumuştu. Sallana sallana gittim odama. Dünya gereğinden çok hızlı dönerken uyuyakaldım. Uyumadan önce söylendim kendi kendime: “Satmayacaktık o Toros’u.” O Ağustos gününden sonra tek tük gittik köydeki eve. Daha sonra baraj yapılacağı, köydeki evin ve çilek tarlasının su altında kalacağını; ama devlet-i âli’nin bize Karaman’dan toprak vereceğini öğrendik. O gün eve dönerken çamura saplandı bizim gıcır araba. Zor bela çıkardık çamurdan. Giderken babama döndüm ve “Satmayacaktık o Toros’u” dedim.

Posted in yazılama | Leave a comment

Sokak Lambası*

Akşamın yeni yeni olmaya başladığı bir zaman diliminde, kettle’a su koyup kaynatma düğmesine bastı Yusuf. Alkol alıyordu; ama kettle’a neden su koyup kaynattığı konusunda en ufak bir fikri yoktu. Yaşanmamışlıklara küfredilen bir geceye daha girdiğinin farkındaydı ama. Belki de hayatında tek farkında olduğu olaydı. Olaylardan olgulardan oluşan beynine sesleniyordu biraz uzaktan da olsa. İçiyordu, küfrediyordu. Küfredince daha çok içmek istiyordu. Kısır döngüye hapsolmuş gibiydi; ama bundan kurtulmak için en ufak bir çaba göstermiyordu.

Bir yılbaşı, yaş günü ya da yas günü akşamıydı. Tam hatırlamıyor, bir yıl dönümü olduğu kesin. Kettle’daki su kaynadı. İçindeki suyu etrafa sıçrata sıçrata kaynadı. En uzağa hangi damla düştü bilinmez; ama Yusuf kettle’daki suyu unuttu. “Gene unuttu, çok sinir bozucu.” derken kettle, sinirlice düğmesini yukarı çekti. Yusuf’un ruhu bile duymadı. Bir başka evde ise Eylül yeni tanıştığı adama bakıyordu. Adam güzel konuşuyordu. Ruhuna dokunuyordu insanın. Bunu hoş buluyordu Eylül. Bir şeyler eksikti, hissediyordu bunu. Yalnızdı, 23 yaşındaydı ve kayıptı. Kendini kayıp hissediyordu tüm yaşıtları gibi. İlerde bir gün bugünü hatırlayıp sarılacaktı bir başka adama. Unutmak isteyecekti, unutamayacağını bile bile. İçkisinden bir yudum daha aldı. Bugün yolda bir adam gördüğünü anlattı karşısındaki adama. Büyük bir hata olduğunu biliyordu, bir erkeğe başka bir erkeği hayranlıkla anlatmanın. Adam pür dikkat dinliyordu, şaşırdı Eylül olamazdı, olmamalıydı. Tepki vermeliydi; ama adam tepki vermeden sorular soruyordu. Canı sıkıldı Eylül’ün. Hoparlörden PJ Harvey’nin kadife sesi, yavaş yavaş yükseldi… Duman yükseldi… Eylül yükseldi… Yusuf’un suyu çoktan ısındı…

Eylül ayağa kalkıp kendinden emin adımlarla adama yürüdü. Yusuf iç cebinden bir sigara çekti. Eylül şimdi dans ediyor, karşısındaki adam kilitlenmiş vaziyette Eylül’e bakıyor. Yusuf hayata küfrederken adam hayran kalıyor Eylül’e. Haddinden uzun süre sonra içinden küfrediyor Eylül’ün yolda gördüğü adama. Yusuf içkisini dipliyor, çoktan çakırkeyif… Eylül bir ateş parçası gibi, kıvrılıyor. Dik duruyor, karşısında kim olsa Eylül’ü ister, bunu biliyor… Eylül bir mücevher gibi parıldıyor… Adam Eylül’e sarılmak istiyor, kımıldayamıyor. Yusuf’un sigarası çoktan bitti. Şarkı giderek daha melankolik bir hâl alıyor. Farklı ortamlarda, farklı adamlar aslında aynı kadını düşünüyor. Ve bunu, ikisinin de bildiğini bilerek yapıyorlar. Acı gelip oturuyor başköşesine Yusuf’un; ama ne acı. Masa lambası bile üzülüyor durumuna. Acı piç gibi kalmış Yusuf’a geliyor bir tek başka kimse yok gibi. Eylül’ün henüz acıdan haberi bile yok. Yusuf, mahallenin ketum delikanlısı… Yusuf, bugün yolda Eylül’ün kendisini gördüğünü bilmiyor. Eylül, gördüğünün Yusuf olduğunu bilmiyor. Eylül, yalnız ve güzel bir sokak lambası…

Yağmur cama vurdukça Eylül adama daha çok yaklaşıyor. Ellerini adamın saçında gezdiriyor. Öpmek için eğiliyor Eylül. Yusuf kahroluyor. Kapısı çalıyor, acı biraz tedirgin oluyor. Acı yalnız adamları sever. Gelen Sinan, Yusuf’a sarılıyor sessizce.
“Konuşmayalım şimdi. Yarın sabah gidiyorsun buradan ben her şeyi hallettim.”
“Nereye?”
“Nereye istersen. Filistin, Fransa, İsviçre?”
“Niksar’a gitmek istiyorum.”
Tabancasını yokladı, yoldan devriye geçerken.  Eylül bambaşka bir tabancayla ilgileniyordu. Yusuf düşünmek istemedi. Sinan’la karşılıklı sigara yaktılar. Sinan, yağız delikanlı. İki ay sonra öleceğinden habersiz… Yusuf’a bir daha sarılamayacağından habersiz… Yusuf ise, bu gece yaşayacaklarından habersiz… Sarılıp ağladılar. Sinan gidince, Yusuf bir hışımla ceketini alıp dışarıya çıktı. Şehrin sokaklarını son bir kez tavaf etti…

Eylül yüzüne yediği tokatla sarsıldı. Adam sinirli, Eylül adamın neye sinirli olduğunu bilmiyor. Titriyor korkudan, elinden gelen bir şey yok. Ağlamaya başlıyor. Eylül, bir güvercin ölüsü gibi acıklı… Eylül evden çıkıyor, sokakları arşınlıyor. Bir sokak lambasının altına gelince durup bekliyor. Yaşadıklarını düşünüyor, kaç erkeğin altına yattı, kaç kişinin gecesini mutlu etti bilmiyor. Yusuf, elleri ceplerinde köşeyi dönüyor. Eylül’le göz göze geliyorlar. Yusuf’un içinde bir şeyler çalkalanıyor.
“Birkaç gün daha kalabilsem şu şehirde keşke…”
Eylül hatırlıyor:
“Hayallerle gerçek arasında kaldım. Beni de ancak hayallerle gerçek arasındaki bir adam mutlu eder.”

Kısa bir an, sadece kısa bir an zaman duruyor. Ok hedefine saplanıyor; ama hedef narin, hedef meteliksiz. Delip geçici bir acı ve kaygı duyuyor ikisi birden. Sokak lambası bile bu anı hissediyor. Tepesine konan yağmur damlasına şefkatle fısıldıyor:
“Âşık olacaklar…”
Oluyorlar da. Sokak lambası yanılmaz çünkü. Hayatında hiç yanılmamış. Gerçek bir tanrıdır sokak lambası. Ama o bile olacakların önüne geçemezdi. Yusuf’un elinde bir elma olsa, o anı elmaya kazımak istediğini düşünüyor. Eylül, ateş parçası, Yusuf’un yüreğini delip geçen bakışlar atıyor. Ama ne fayda, her ikisi de kardelen olsa. Şartlar hercai menekşe. Şartların anası ağlamış.

Yusuf durduramıyor zamanı. Eylül lambanın dibine çöküp ağlıyor. Eve gitmek istemiyor her ikisi de. Yusuf, elleri ceplerinde gidiyor. Geri dönmek çok sonra aklına geliyor. Koşarak geri dönüyor lambaya. Ateş parçası çoktan sönmüş, geriye kalan bir parça is. Burukça gülümseyip mırıldanıyor Yusuf:

“Hep sonradan gelir zaten aklım başıma.”

Sabah oluyor, Yusuf arabaya binip Niksar’a gidecek. Niksar’da saklandığı bir gece onu bulup öldürecekler. Yusuf bir kahraman… Herkes bilecek bunu. Âşık olduğunu bilmeyecekler. Onu sadece fikirleriyle hatırlayacaklar. Kimse nasıl şarap içerdi diye düşünmeyecek. Sinan’ın ölüm haberini alamadan ölecek Yusuf. Eylül aklına gelince bir sigara yakacak o dönem içerisinde. Ve Yusuf’u öldüreni kimse bilemeyecek.

Eylül’ü üç sabah sonra bulacaklar. Gazetelerde Yusuf’un ölüm haberinin yanında küçücük bir karede verecekler ölüm haberini. Üçüncü sayfayı bile layık görmeyecekler. Eylül, yürekte harlanmayı bekleyen kor…

Sokak lambası, hâlâ yerinde duracak. Ama kaç tane âşık görürse görsün o iki genci unutamayacak. Yıllar sonra altından geçen 20 yaşındaki adama bakıp ona Yusuf’la Eylül’ü anlatacak.

Aralık 2013

*: YM Dergi’nin 6. sayısında yayınlanmış öyküm

Posted in yazılama | Leave a comment

Kirpi

Sık sık takip edildiğim hissine kapılırdım. Yolda gelirken karşıma bir kirpi çıktı. Ona tüm hayatımı anlattım. Yüzüme baktı. Korku dolu kirpilere has bir bakışla minik ve hızlı adımlarla otların arasında kayboldu. Arkama baktım. Biri gördü mü diye. “Yanlış tarafa bakıyorsun.” diye bir ses geldi yan taraftan. “Kim var orada?”

Cevap yok. Yoluma devam etmeye karar verdim, ama dediğim gibi sık sık takip edildiğim hissine kapılırım. Arkama bakıyordum sürekli. Ve sürekli bir sigara içen kadın silueti görüyordum. Olacak şey değildi. Ama görüyordum. Adım sesleri yoktu. Ama hep aynı uzaklıkta duruyordu. İşkillendim, korktum. Primat olmanın verdiği iç güdüyle bir taş salladım kadına. İçinden geçip yere çarptı. Kaçmaya başladım. Ama arkaya ne zaman baksam kadın aynı uzaklıktaydı. Kirpiye ne oldu acaba diye düşünürken “Kadını umursama, devam et.” dedi gene aynı ses. Sürekli duyardım böyle şeylerin anlatıldığını ama inanmaz güler geçerdim. Meğer gerçekten gaipten sesler duyulabiliyordu. Pekâlâ kabul edilebilir bir sesti. Korkutucu derecede şefkat dolu; ama bir yandan da ruhumu telkin edici bir ses tonuyla konuşuyordu. Sanki duvarların arkasından beni izleyen biriydi. Göremiyordum. Hava zifiri karanlık, gökyüzüne bakıyorum. Bütün yıldızları görebiliyorum. Korkum azalıyor.

Yoluma devam ediyorum. Korkmuyorum artık. Karanlığa gözlerim alışıyor. Derken bir kirpiye daha rastlıyorum. Aynı kirpi olduğundan şüpheleniyorum. Sen misin? Hayır. Peki öyleyse. Ama tanıyorsundur onu. Kirpiler birbirini tanımaz. İlk defa duyuyorum. Kirpiler utangaçtır. Tanışamazlar kimseyle. Peki ya sen, utangaçlığını atmış gibisin.

Aynı minik ve hızlı adımlarla çalıların arasında kayboldu. Tek başımaydım. Kainatta yapayalnızdım. Ses ilerlememi söylüyordu. İlerledim, durmadım. Ana yola çıktığımı fark ettiğimde çok geçti. İki tane parlak ışık huzmesi üzerime doğru gelirken, hayatımın böyle saçma bitecek olması değil, son konuştuğum şeyin bir kirpi olmasına üzülüyordum. Işıklar yaklaştı… Işıldadım… Perde kapandı.

Uyandım. Başladığım yerdeyim. İlerleyememişim. Kirpi önümde, kadın arkamda, ses yanımda. Bu sefer ne yapmam gerektiğini biliyorum. Korkmayacağım bu sefer olacakları biliyorum. Tekrar aynı şeyler ve ana yol. İki ışık huzmesi gene. Bu sefer korkmuyorum. Işıklara karşı dönüyorum. Bu sefer önüme gelince duruyor. Ne olduğunu göremiyorum, ya da olduklarını. Burası son, ilerisi yok. Ama ses bana ilerlememi söyledi! İlerlemek istiyor musun peki? Bilmiyorum. Kesin bir cevap ver. Kesin olarak söyleyebileceğim tek şey neler döndüğünü bilmediğimdir. Işıklar sönüyor. İlk başta konuştuğum ve daha sonra yolda gördüğüm kirpiler bunlar. Kirpiler hayatın anlamını nereden bilebilir? Bilemiyorum, bilmek istemiyorum. Tek istediğim bu durumdan; nöbet, kabus ya da varsanıdan kurtulmak.

Yaklaşıyorlar, hareket edemediğimi fark ediyorum. Asfalt sandığım şeyin aslında berbat bir çamur olduğunu anladığımda göğsüme inen sancıyla kıvranıyorum. Sık sık takip ediliyormuş hissine kapılıyorum. Arkama baktığımda kadını yerinde göremiyorum. O an aslında tüm ruhsal bunalımlarımın kirpi, kadın ve ses üzerine kurulu olduğunu anlıyorum. Aslında tüm yapmam gerekenin onları önemsememek olduğunu anladığımda çok geç oluyor zaten.

Uyanıyorum. Evimde yatağımdayım. Kardeşim karşı yatakta uyumaya devam ediyor. Saate bakıyorum, 7:30. Aydınlık. Denize girmek istiyorum kurtulmak istiyorum her şeyden. Denize giden yoldan geçerken yanımdan bir kirpi geçiyor. Bir süre duruyorum. Arkama bakıyorum ve bana el sallayan elinde bir sigara olan kız arkadaşımı görüyorum. O sırada denizden gelmekte olan çocuk ve babasının arasında şu konuşma geçiyor:

“Bak Umut, kırlangıçlar.”

“Aaa bunlar mı?”

“Yanlış tarafa bakıyorsun.”

Korkmuyorum, gülüyorum. Hafiflediğimi hissediyorum. Kız arkadaşım yanıma gelince neden güldüğümü soruyor. Boş ver diyorum, anlatırım. Ama anlatmıyorum.

Posted in yazılama | Leave a comment

üst üste, yığılmış, kalmış. ipin ucu çoktan kaçmış.

Posted in yazılama | Leave a comment

Francis J. Underwood’u neden sevdik?(YalnızlarMektebi)

“Bir zamanlar tanıdığım muhteşem bir adam şöyle demişti: Her şey seks ile ilgilidir, seksin kendisi hariç, seks güçle alakalıdır.”

Frank Underwood

Esasında bir roman, daha sonra romandan uyarlama 3 serilik bir film olan House of Cards’ın orijinal serisinde olay İngiltere’de geçiyor. Yazıda bahsedeceğimiz Francis J. Underwood ise yine orijinal serideki Francis Urquhart isimli parlamento üyesinin bir varyasyonu. Dizinin birinci sezonunun ilk iki bölümünde yönetmen koltuğunda ise tanıdık bir isim David Fincher (Fight Club, The Social Network) var.

Francis Urquhart, Dünya televizyon tarihinin ilk anti kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Günümüze damgasını vuran anti kahramanlardan The Sopranos dizisindeki Tony Soprano, Breaking Bad dizisindeki Walter White, Dexter dizisindeki Dexter Morgan gibi karakterlere yol göstermiş birisi diyebiliriz. Peki, neden bu isim değişikliği yapılmış? Yapımcılar bunu hem olayın yerinin değişmesi olarak hem de Urquhart ve Underwood arasındaki bariz bir farktan dolayı olduğunu söylüyor. Urquhart, doğuştan aristokrat. Bir diğer aralarındaki fark ise Urquhart’ın sağ siyaset eğilimli, Underwood’un ise demokrat olması.

Asıl meseleye gelecek olursak: Gerçek hayatta örneklerini sevmediğimiz hâlde, (ki 10-15 yıldır maruz kalıyoruz gerçek hayattaki versiyonuna) dizide Frank Underwood’u neden sevdik? Bunun birkaç parametresi var. Birinci olarak dizinin ilk iki bölümüne dokunmuş David Fincher ve anti kahramanlara yüklediği görev ve anti kahraman sevdası. Bize Tyler Durden’ı sevdiren de ta kendisiydi. Bir diğer etmen ise Kevin Spacey, yani Frank Underwood’u canlandıran zat-ı muhterem, muhteşem oyuncu. Nasıl ki Behzat Ç.’yi Erdal Beşikçioğlu’ndan başka birisi oynayamaz ya da Walter White’ı Bryan Cranston’dan başkası oynayamaz; Frank Underwood’u da Kevin Spacey’den başka kimse oynayamaz. Oynarsa da aynı etkiyi yaratmaz.

Bir diğer mesele ise karakterin arka planı… Macbeth ve Machiavelli etkisi diyorum ben buna. Amaca giden yolda her türlü işi yapabilecek birisi. Kendi deyimiyle “Kriz zamanlarında harekete geçecek biri, hoş olmayan şeyi yapması gereken birisi.” Amaç aracı meşrulaştırır lafının vücut bulmuş hâli kısaca.

Ve tabi ki Frank’i, Frank yapan benim şahsen kendisini sevmeme sebebiyet veren; monologları. Kameraya dönüp izleyiciye olayları açıkladığı, yani “dördüncü duvarı” yok ettiği zamanları ilgiyle izliyorum. Bir de “Bakın şimdi ebelerinin örekelerini göstercem onlara” bakışı var ki düşman başına. Aslında Underwood’u sevmemizin sebebi basit: Bize bildiğimiz şeylerin nasıl işlediğini, aslında bir politikacının kafasının nasıl çalıştığını göstermesi. Kısacası; samimiyeti. Samimi, istediğini elde etmesini (hatta daha fazlasını) bilen ve genelde istediklerini insanların zaafları üzerinden elde etmeye çalışan bir adam. Claire Underwood gibi (nasıl ki Frank, Macbeth’in reenkarnesi ise) Leydi Macbeth reenkarnesi bir karısının olması ise “Her başarılı erkeğin arkasındaki kadın” sözüne ithaf edilen bir selamdır. Claire’ın başarılı grafiğinin arkasında da tabii ki Frank’in desteği var. (Spoiler olabilir) Bir örnek vermek gerekirse: Frank’in bir bölümde slogana ihtiyacı oluyor. Vurucu olacak, alelade söylemeyecek; ama hedefi tam olarak gösterecek. Yardımcısı Stamper’la düşünüyorlar fakat bulamıyorlar. Claire hemen bir slogan söylüyor ve bu slogan alıyor başını gidiyor. Ya aynı bölümde ya da bir bölüm sonra Claire’ın şirketi için bağış gerekiyor. Bağış kokteyline insanların akmasını Frank sağlıyor. Mutualist ve ideal ilişki… (Spoiler olabilir)

Profesyonel Shakespeare oyunculuğunun, Bizans oyunlarının ya da Anadoluca söylersek “Bizim memlekette oyuna oyunla koyuna koyunla karşılık verilir” sözünün ekrana yansımasıdır Frank Underwood.  Politik araçların nasıl kullanıldığını en güzel şekilde izleyiciye aktarabilen bir karakterdir. Yerinde ve kararında ortaya çıkan hırs, adama neler yaptırırın heykelidir!

“Uyku denen ihtiyaçtan nefret ediyorum. En güçlü adamı bile ölü gibi, savunmasız bir şekilde sırtüstü yatırır.”
Frank Underwood

(Yalnızlar Mektebi internet sitesinde tarafımca yazılmış bir diğer dizi incelemesidir: http://www.yalnizlarmektebi.com/francis-j-underwoodu-neden-sevdik/)

Posted in yazılama | Leave a comment

Trafalgar’a giderken aldı da bir yağmur!

Bir Mark Gatiss projesi olarak 2010 yılında hayata dönen modern Sherlock Holmes serisi, şüphesiz ki Doctor Who’nun baş yazarı Steven Moffat elinin dokunmasının izlerini taşıyor. Benedict Cumberbatch’in Sherlock Holmes, Martin Freeman’ın John H. Watson rollerinde yer aldığı dizide Sherlock Holmes bildiğimizin aksine kredi kartı, cep telefonu, laptop gibi cihazlar kullanırken, John Watson yazılarını blogunda topluyor. Klasik serilerden bildiğimiz Lestrade, Mrs. Hudson ve Irene Adler karakterleri de modern zamanın gereklerine yakışır şekilde dizide yerlerini alıyor.

Dizi hakkında ufak bir bilgi verme ihtiyacı hissettim kendimi. Bu yazının ulaşacağı kitle zaten Sherlock izleyicisi; ama olsun adettendir. 3 sezonu yayınlanan dizinin geçen gün özel bir bölümü yayınlandı. Dün gece izleme fırsatı bulabildim. Ufak bir flashback sürüsünden sonra bölüm asıl olması gereken yere geldi, yani 1800’lerin sonundaki, yani Victoria Devri’ndeki zamanlarına ulaştı. Bu aslında benim ilk başta istediğim bir şeydi. Çünkü modernize edilmiş Sherlock Holmes’un bazı hâl ve hareketleri baya canımı sıkıyordu. Fan kulüpleri, röportajlar falan. Garip gelmişti, alışık olmadığımdan sanırım.

Doctor Who izleyenler fark etmiş olacaklardır, bölüm buram buram Steven Moffat kokan bir bölümdü. Son ana kadar paranormal bir şeyin olabileceğine inandıran, fakat açıklamalarla bunun aslında nasıl yapıldığını gösteren, gizem bulunduran, sosyal mesaj içeren bir bölümdü. Moffat efendi Doctor Who’nun 8. sezonunu harcadı, fakat bu harcamanın sebebini Sherlock’a verilen ağırlık olarak düşünürsek boşu boşuna harcanmış bir zaman olduğunu fark edeceksiniz. Bildiğin koca sezonu yemiş Moffat efendi(burada sinirlenip yazıyı kapattım, sonra Nil ve Merve’nin gazabına uğrayıp geri döndüm).

Bölüm boyunca gözümüze sokulan bir Reichenbach Şelalesi(ya da Düşüşü[Fall: isim olarak şelale, fiil olarak düşmek]) var. Reichenbach’ın önemi nedir peki? Sherlock’un baş düşmanı(arch-enemy, nemesis) James Moriarty ile beraber düştüğü şelaledir Reichenbach. Düşüş ve şelale. Moffat çok seviyor böyle şeyleri. Örneğin(DİKKAT SPOİLER UYARISI) Doctor Who’da, Doktor’u durdurmak isteyen yapılanmanın adı Silence(Sessizlik) ve mottoları “Silence will fall”(Sessizlik yayılacak). Bir sırrı ortadan nasıl kaldırırsın? Sırrı taşıyan kişiyi öldürerek ve böylece sessizlik yayılır.(SPOİLER SONU) 

Bölümde kadın haklarına yönelik de bir kısım vardı ki, Mycroft ve Watson’ın diyaloğu durumu harika bir şekilde özetledi.

Mycroft: İngiltere’yi tehdit eden bir kısım var.
Watson: Sosyalistler mi?
Mycroft: Hayır.
Watson: Anarşistler mi?
Mycroft: Hayır.

Watson: Bu grup hakkında bize bilgi vermeden onları nasıl yenmemizi planlıyorsun?
Mycroft: Çünkü onları yenmeyeceğiz. Çünkü onlar haklı, biz haksızız.

Bu diyaloğu çok önemli buluyorum çünkü verilmek istenen mesaj tam olarak bu diyalogda gizli. Neyse izlemek isteyenler, izlediklerinde fark edeceklerdir zaten. Açıkçası biraz hızlı bir bölümdü. Bölümün başında çok güzel şeyler vardı ortalara doğru azaldı, garip bir hâl aldı. Fakat sonu gene güzeldi. Hangisi rüya sekansı hangisi gerçek birbirine girdi. (MİNİCİK SPOİLER) Hele ki John Watson’ın Moriarty’yi uçurumdan attığı sahnede gülmekten karnıma ağrılar girdi(MİNİCİK SPOİLER SONU).

Çok dağıttım toparlayayım, modernize edilmiş Sherlock Holmes beni replik ve çekim bakımından tatmin etse de, birkaç sıkıntısı hâlâ var. Bunu geçmişe giderek düzeltmeye çalışman gözümden kaçmadı Moffat 😉 Sherlock’un hep kullandığı tümevarımın kullanılmaması da beni açıkça sinir etti. İngiliz dizilerindeki yükselişi, Martin Freeman’ı ilgiyle izliyorum. Siz de izleyin.

Bir de Mark Gatiss asla şişman olmasın o ne öyle ya…

Posted in yazılama | Leave a comment

Fatima Spar – Kibirli Ceviz

Posted in müzikli karşılama | Leave a comment

“seveceksin, çok seveceksin”

hayat var

Posted in yazılama | Leave a comment