Son, kilit noktası, varış noktası… Her şey bitmeye mahkûm, her şey bitmek üzere. Olanlar olduktan sonra her şeyi daha net hatırlıyor insan. Zaten insan dediğimiz mahlûk, unutmamakla cezalandırılmış lanetli varlıklardır. İlk günah olan itaatsizlikten başlayıp, rezil günah öldürmekle devam eden hatalarını unutmamak üzere programlanmıştır. Eğer unutursa insanın gen havuzunda çok büyük kırılmalar yaşanır. İnsan varoluşu, böyle büyük bir dönüşüme henüz hazır değil maalesef…
Günün en güzel iki vakti vardır: Güneş doğmadan önceki beş dakika ve güneş battıktan sonraki beş dakika. Vakit, güneş battıktan sonrayı iki geçiyor. Saniyeler önce elimdeki lanetli aletten çıkan yağlı bir kütle havayı beşbin parçaya bölüp, Zenon Paradoksu’nu hiçe sayarak rezil günahı tekrarlamama sebep oldu. Kırmızı şarabın A4 kağıdın üzerine yayılması gibi az önce göğsünden milyonlarca gelincik gibi patlayarak çıkan kanı, bembeyaz gömleğini farklı bir kızıllığa boyuyordu. Ufak bir tebessüm zuhur etti içime, ruhuna El-Fatihâ!
“N’aptın lan! Lan! Hani vurmayacaktın?”
“Sinirimi bozdu pezevenk!”
Sinirim bozulmamıştı aslında. İhanet etmişti yalnızca. İlk günah nedir? Elmayı ağaçtan alıp yemek. Yani? İhanet! Bu ölmesi için yeterli bir sebep miydi? Sanmıyorum. Ölmesini gerektiren bir durum yoktu. Günahını, başka bir günahla temizlememe bile gerek yoktu. Pişman mıyım? Hayır, soğuk kanlıyım. Kafamda kurduğumdan daha çabuk gerçekleşti aslında. Daha dramatik olur diye düşünmüştüm. Biraz can çekişir, af diler, kurtarılma talep ederdi. Ben de aramızda duran ufak kasımpatıya basıp, diz çöker, yüzüne eğilip fısıldardım: “Hayır…” Sonra, BAM! Beyniniz artık milyonlarca parçaya ayrıldı, güle güle kullanabilirsiniz. İroni yaptım yer misin? Böyle olmadı, af bile dilemedi. Silahı görünce ağzını bile açamadı. Don Corleone soğukluğuyla tetiği asıldım… Olaylar gelişti.
“Bize ihanet etmişti, unutma.”
“Siktir git Mehmet, psikopatsın sen! Ne ihanet lan!”
“Hayır, Mithat. Soğukkanlıyım. Sen de biraz soğukkanlı olmalısın. Neyse, hadi gömelim şunu. Bir sürü işimiz var.”
İlk kazmayı günahsız olanımız vurduğunda saat güneşi battıktan sonrayı beş geçiyordu…
***
Her şeyin nasıl başladığı ile ilgili farklı görüşlerimiz var. Arkadaşım Mithat’a göre olay benim çocukluğumda gizli. Bence suç Remus ve Romulus’ta. Aslında Remus’un bir suçu yoktu. Kimi kaynaklar, Remus’un Habil reenkarnesi olduğunu söyler. Katılmıyorum, Remus çok orijinal bir insandı. “Yeditepeli şehrimde/Bıraktım gonca gülümü.” Dizeleri eski Roma yazıtlarında Remus imzasıyla bulunmuştu. Bu kadar romantizm tarihçilere fazla gelmiş olacak ki, ufak bir katakulli ve kaçakçıların yardımıyla bu yazıtı yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ne taş olarak sattılar. Derler ki -ve görülür ki- bu yazıt, Bursa Cezaevi’nin inşaatında kullanılmış. Usta, hücre duvarında görmüş. Güzel hikâyedir, tarih kitapları yazmaz bunu. Olay sadece burada bitmiyor tabii ki. Romulus’un Remus’u öldürmesi, yalnızca bir sonraki yüzyılda olacak olayların tetikleyicisi oldu. Julius Gaius Caesar mesela, Romulus’un soyundan gelmektedir. Daha gerisi de var ancak, bu ileriye doğru giden bir hikâye. O yüzden yalnızca ilerisini yazacağım. Caesar, kaderinde yönetmek olan bir insandı. Öyle de oldu; ama hesaba katmadığı bir şey vardı. Remus’un soyundan gelenler yıllar yılı bu kan davasını ortaya çıkartmak için bekliyorlardı. Ve bekledikleri an geldiğinde… Olayların nasıl geliştiğini biliyorsunuz. Bu, tarih sahnesinde ve benim hayatımda önemli bir olaydır. Bu olaydan sonra, Caesar’a bıçak takanlardan bir tanesi, yaşantısına artık Roma’dan uzakta devam etmek ister ve o zamanlar bir Roma vilayeti olan Anadolu’ya geçer. Bugün, Kastamonu olarak adlandırdığımız bölgeye yerleşir. Bendeniz, işte o adamın soyunun devamcısıyım.
***
İhanet edeni öldürmeden önce olanları anlatmalıyım size. Yaşananlar biraz daha netleşmeli kafanızda. Basit bir kafede garsonluk yapmaktayım. Yıllardır yatak niyetine kullandığım bir kanepem var. Mithat ise ev arkadaşım. Sabaha kadar içtiğimiz bir gecenin sonunda, güneş doğduktan üç geçe Mithat hayat akışımı farklı bir yöne çekecek şu cümleleri kurdu:
“Hayat akışına sıçayım senin…”
Çok afili bir cümle bekliyordunuz değil mi? Maalesef gerçek hayat afili cümleleri yerinde kullanmamıza izin vermez. Bunu neden söyledi hâlâ bilmiyorum; ama soygun fikri aklıma bu cümlesinden sonra geldi. Olay basitti: Yeri çok önceden mimlemiştik, bir kuyumcu. Güvenlik kameralarını takanları tanıyorduk, o yüzden bize nasıl geçici bir süre etkisiz hâle getirebileceğimizi anlatmışlardı bir sarhoşluk anlarında. Mesele çırağı ayartmaktı ve bu zorlu görevi bendenizin halletmesi gerekiyordu. Bir gün iş çıkışı yakasından yakalayıp ara sokağa çektim çırağı. Belimden çıkardığım makineyi görünce ağlamaya başladı. Susturup, eğer bize yardım ederse onu vurmayacağımı söyledim. Her şey hazırdı. Doğru olanla, gerçek olan farklı şeylerdir. Doğru, benim size gösterdiğim kadardır. Ben size bir yalan söyleyeceğim, siz de ona inanacaksınız. Yoksa bu hikâye ilerlemez. Dediğim gibi, her şey hazırdı ve hemen harekete geçmeliydik. Arabayı kullanan Mithat, biraz tedirgin duruyordu. Sakinleştirmek istemedim, tedirginlik iyidir, dinç tutar insanı. Araba, kuyumcunun önüne yanaşınca arabadan indim. Kendimden emin adımlarım, bana güven veren tabancam ve aptal cesaretimle dükkânın hafif aralık kapısından içeri girmemle kafamın üstünden uçuşan saçmalar duvara saplandı. Her şey çok ani gelişti, kendimi arabaya nasıl attım, çırak arabaya nasıl girdi, Mithat neden arabayı tüfekli adamın üstüne sürdü hâlâ bilmiyorum. Adam yaralı, ortada bırakamayacağımız kadar bok bir yerdeyiz. Bir şekilde, paket edip bagaja fırlattık. Elim seğirmekte, çırak ağlıyor, Mithat durmadan küfür ediyor… Yaşanan karmaşanın heyecanından omzuma saplanan saçmanın farkında değildim. Acısı yarın sabah çıkacaktı. Mithat’a seslendim:
“Polonezköy’e sür.”
“Pezevengi gördün değil mi? Pompalı tüfek sıktı! Lan çırak, bittin sen bittin!”
“Üstüne varma çocuğun, öğreneceğiz işin aslını.”
Issızlığın içinde birkaç köpek havlaması ve ayaz dışında hiçbir ses yok. Ayaz, nefes alışverişimizi dizginliyor. Aldığım nefes, ciğerimin içinde donuyor sanki. Birkaç akasya ağacı hatırlıyorum, tüfekli herifi ağaca yasladık. Belimden canavarı çıkarıp, ıskalamamın mümkün olmayacağı bir yakınlıkla kafasına doğrulttum:
“Kimsin lan sen?”
“Soymaya çalıştığın dükkânın ve şu piç kurusunun patronuyum!”
“Yuh…”
Evet, şimdi her şey yerine oturdu değil mi? Çırağı neden vurduğumu anladınız. Gitti, patronuna öttü, patron da bizi bekliyordu, paket olduk. Bu ihanetinden dolayı çocuğu vurdum. Patronu da vuracağım, hiçbir şahit bırakmadan önümdeki işlere bakacağım… Gerçekten bu kadar saf olamazsınız değil mi? Size bir tarih hikâyesi daha anlatmanın tam zamanı sanırım. Size Remus’un soyundan gelip, Kastamonu’ya yerleşen büyük dedemden bahsetmiştim hatırlarsanız. Yerleştiğinin birinci haftasında yöre halkı tarafından göz hapsine alınmış. Her hareketini izleyip, akşam olunca o gün yaptıklarını istişare ederlermiş. Fakat dikkate almadıkları bir konu varmış; büyük büyük büyük dedem, bu göz hapsinden ve konuşmalardan haberdarmış. Bu yüzden olayları kendi bakış açısına göre şekillendirmeye başlamış. Bu sırada Roma çalkalanıyor tabii, koskoca imparatoru, koğuşta şişler gibi şişlediler. Özellikle Roma’dan uzak vilayetlerde sıkıyönetim ilân edilmiş. Sıkıyönetim dediysem, öyle postallı tanklı falan değil. Çok ucuz bir espri oldu farkındayım; ama hayatta bazen ucuz espriler de gerekliliğini kafamıza vuruyor. Nerede kalmıştık? Büyük büyük büyük dedem, bu göz hapislerini manipüle etmeye başlamış artık. Sürekli onların konuşabileceği türden hareketler yapmaya ve katılmadan, içeriden kimseyi satın almadan konuşmaları manipüle etmeye başlamış. Bir süre sonra, büyük büyük büyük dedem, bir gece vakti evinde otururken bu “konsey” konuşmak istemiş. Konuşmanın seyri hakkında pek bir fikrim yok; ama bir yerde birinin dedeme sinirlenip, onun üzerine yürüdüğü ve dedemin herif daha ayağa kalkmadan onu yere tek yumrukta serdiği tarihsel kaynaklardan mevcut. Vakti olan Kastamonu Müzesi’ni gezsin, orada yazılı kaynaklar var. Konuşmanın sonunda büyük büyük büyük dedem etrafına topladığı yeni müritler ile vilâyet çevresinde kontrolü eline almış. Ancak büyük bir sorun varmış ortada: Gurur. Yumruğu yeyip oturan zat, dedeme öyle bir bilenmiş ki, yaptıklarını ortaya çıkarmak için dedeme ihanet etmeye kalkışmış. Başarısız kalkışma sonrası, dedem bu sefer yumruğunu değil, belinde sallanan baba yadigârı hançerini hayatında ikinci kez kullanmak zorunda kalmış. İhanetin bedelini ödetmek, bizde aile mirası hâline işte o zaman gelmiş.
Olanları size sıkıcı bir şekilde anlatmak istemiyorum. Evet, patronu ağaca bağlıyken vurdum. Evet, sonrasında çırağa dönüp iki kurşunla günahlarımı katladım. Evet, kanı kan ile yumaya çalıştım. Bundan dolayı pişmanlık duyacaksam bu ölüm döşeğinde olur. Çünkü kimse günahlarını hayattayken temizlemeye çalışmıyor. Bunu biliyorum kimse kendini kandırmasın. Beni kandıramazsınız. Bir rahibe vardı, adını şu an hatırlayamıyorum, şöyle bir şey söylemişti: “Bir bakirenin günahını, bir bakire günahsızlığıyla temizlemiş.” Buna benzer bir şeydi. İlk günah, yani itaatsizlik, ilk bakire Havva… Onun günahını, Meryem günahsızlığıyla İsa’yı doğurarak temizledi anlamına geliyor. Ben bir günahkârım. Benim günahlarımı kim temizleyecek?
Çırağı da gömdükten sonra hava iyice kararmıştı. Arabanın farından süzülen sarı ışık Mithat’ın suratındaki tüm korku ve şaşkınlığı bana gösteriyordu. Bir projeksiyon cihazından çıkan kör edici ışık gibi, fısıldıyor bana “Bak,” diyor “onun suratına bak bu senin eserin.” Mithat, artık soğukkanlı:
“Mehmet, buraya gel.”
Geliyorum. Mithat sakince elindeki küreği, savuracak gibi yapıyor. Momentum kazanan kürek, bir süre yere paralel gittikten sonra suratıma kavuşuyor. Kendimden geçiyorum, bir daha kendime gelemeyeceğim. Son düşünceleri Remus’un da, büyük büyük büyük dedemin de, benim de hava hâlâ aydınlıkken ölmek istediğimiz, saman kâğıdına düşen keskin kenarlı harflerin düşüşü gibi düşüyor. Mithat, yanımda duran çiçeği fark etmeden üstüne basıp geçiyor. Günahlarımdan arınmış bir şekilde, büyük büyük büyük dedemin elinden öpüyorum.
2017 – Anamur